- “Mimarlıkta Kuram Sempozyumu’na Doğru Giderken; “Mimarlar Odası Öğrenci Üye Grupları Arası, Ön Kolokyumlu Mimarlık Eleştirisi Yarışması” Hazırlık Süreçleri…
- Alan memnun, satan memnun…
- “Adalet Güvenceli Hukuk”un Mantığı; “Kamuyasal Toplum”un Matematiksel Özüdür!…
- İstanbul’a dair
- Ne Kadar Güzel Bir Şey Şu “Hayal Kurmak…”
- Doğan Kuban’ın anısına… “İstanbul’un tarihi mirası baygın…”
1 Mayıs’a Doğru
Umudu, Direnişi ve Mücadeleyi Büyütelim
Ahmet Erkan
Bir 1 Mayıs daha yaklaşıyor. 1 Mayıs 1886’dan beri süregelen ve emek mücadelesinin ateşini yakan bir bellektir. Bir direniş çağrısıdır. Umudu kuşanarak, onurun izinde, sömürü sistemine karşı mücadele edenlerin tarihine yazılmış bir mücadele tarihidir. 2025’in 1 Mayıs’ına, eşitsizliğin, baskının, zulmün boyunduruğu altında geçerek, karanlığa sürüklenen bir ülkenin insanları olarak giriyoruz.
Bugün ülkemizde ve dünyada üzerimize çöken yalnızca ekonomik krizlerin yarattığı yük değil. O yük, vicdanları boğmaya çalışan bir korku iklimidir. Herkesin “Sıradaki ben miyim?” diye sorduğu iktidar tarafından yaratılmış bir karanlık süreç var. Gazeteciler cezaevinde, siyasetçiler dört duvar arasında, akademisyenler sürgünde, gençler umutsuz, kadınlar güvencesiz, doğa sermayenin hoyratlığı altında can çekişiyor. Hepimiz aynı karanlık dalganın farklı kıyılarında savrulmaya karşı tutunmaya çalışıyoruz.
Ve tam da bu yüzden 1 Mayıs, unutmamak ve hatırlatmak, sömürü sistemine karşı mücadele etmek için önemli bir gündür. Tarihin tanıklığında sınıflar vardır; ezilenler ve ezenler vardır. Emek vardır, sömürü vardır. Direnenler vardır, teslim olanlar vardır. Biz bu ayrımda, her zaman direnenlerin, mücadele edenlerin, umudu savunanların saflarında yer aldık, yer almaya devam etmeliyiz.
Taksim Meydanı mücadelenin sembolüdür!
1 Mayıs 1977’de, Taksim Meydanı’nda 34 emekçimizi kaybettik. Bu sadece bir katliam değil; Türkiye işçi sınıfı tarihinin belleğine kazınmış en acı ve en karanlık sayfalardan biridir. O gün yaşananlar, devletin, sermaye çevrelerinin ve uluslararası gerici odakların, işçilerin birleşik gücünden ne denli korktuğunu tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. Taksim Meydanı, bu nedenle sadece bir kentsel alan değil; emeğin, direnişin ve toplumsal hafızanın sembolüdür, kalbidir.
Ardından gelen 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte 1 Mayıs kutlamaları yasaklandı. Ancak yasaklanan yalnızca bir araya gelinen, gösteri yapılan bir gün değildi. Yasaklanan, işçi sınıfının birikmiş hafızası, dayanışma ruhu ve toplumsal talepleri ve sömürü sistemine karşı birlikte vereceği mücadelesiydi. 1 Mayıs’ı susturmak, sınıf mücadelesinin örgütlü potansiyelini bastırmak ve işçileri yalnızlaştırmak için atılmış sistemli bir adımdı. Darbe rejimi, yalnızca meydanlara değil, fabrikalara, okullara, sendikalara, üniversitelere, köylere ve mahallelere de kelepçe vurdu. Türkiye, sermayenin iktidarına teslim olurken; grevler yasaklandı, sendikalar işlevsizleştirildi, toplu sözleşme hakkı budandı ve emeğin sesi yıllarca susturuldu.
Ancak 1989’da patlak veren Bahar Eylemleri, bu suskunluğun kırıldığı eşiklerden biri oldu. Kamu emekçilerinin başını çektiği bu eylemler, baskı döneminin ardından işçi sınıfının yeniden sahneye çıkışının habercisi oldu. Sadece ekonomik talepler değil; demokratik haklar, örgütlenme özgürlüğü ve ifade özgürlüğü de dile getirildi. Bu dalga, yıllarca bastırılmış olan sınıfsal öfkenin ve hak arayışının yeniden canlandığını gösterdi. 1990’ların sonuna kadar süren bu hareketlilik, Taksim yasağına karşı verilen mücadeleyi de besledi.
2000’li yıllarda 1 Mayıs yeniden büyümeye başladı. Özellikle 2007 ve 2008’de Taksim’e çıkma iradesiyle binlerce kişi polisin copuna, gazına, barikatına rağmen meydanı zorladı. 2009’da ilk kez resmi tatil ilan edilse de, asıl dönüm noktası 2010 yılında yaşandı: Tam 32 yıl sonra, yüz binlerce emekçi yeniden Taksim Meydanı’ndaydı. Bu, yalnızca bir fiziksel geri dönüş değil; halkın kolektif hafızasının, 77’nin, 89’un ve 2000’li yılların direnişlerinin bütünlüklü bir ifadesiydi. O gün meydanda yükselen ses, işçilerin “Biz buradayız, susmadık, unutmadık” haykırışıydı.
Taksim; bu halkın iradesinin, direncinin ve geleceğe dair umudunun merkezidir. Bugün Taksim’e yönelik yasaklar her ne kadar güvenlik gerekçeleriyle açıklansa da, gerçekte halkın tarihine, belleğine ve demokrasi talebine vurulmuş bir kelepçedir.
1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak, sadece bir geleneği sürdürmek değil; sermaye düzeninin belleksizleştirme ve teslim alma çabasına karşı sınıf hafızasını, direniş mirasını ve devrimci iradeyi sahiplenmektir. Taksim, işçi sınıfının kanla yazılmış tarihidir. Bu meydanı yasaklamaya çalışanlar, yalnızca alanı değil; sömürüye karşı büyüyen sınıf dayanışmasını, halkların ortak mücadele zeminini hedef almaktadır. Ama biz biliyoruz: 1 Mayıs teslim alınamaz, Taksim unutturulamaz! Emekçilerin iradesi, sermayenin tahakkümüne boyun eğmeyecek; bizler yine, her türlü yasağa ve baskıya rağmen, yan yana ve omuz omuza durarak bu iradeyi büyüteceğiz.
Emek ve sömürü
Sınıf kavramı, bazı çevrelerin iddia ettiği gibi nostaljik ya da soyut bir terim değildir. Tam tersine, bugün Türkiye’nin dört bir yanında, emeğiyle yaşayan milyonlarca insanın güncel, yakıcı ve yaşamsal gerçeğidir. Emek; yalnızca fabrikalarda değil, plazalarda, tarlalarda, hastanelerde, okullarda, şantiyelerde, ev içi bakımda, çağrı merkezlerinde ve sokaklarda sömürülmektedir. İşçilerden güvencesiz gençlere, beyaz yakalılardan tarım işçilerine, kadın emeğinden göçmenlere kadar uzanan geniş bir emek cephesinde, hayat sermayeye ucuzlatılmakta, insanlar haklarından, onurlarından ve geleceklerinden mahrum bırakılmaktadır.
Türkiye’de sınıfsal sömürü, etnik, cinsiyetçi ve kültürel ayrımcılıkla iç içe geçmiş, çok katmanlı bir tahakküm düzenine dönüşmüştür. Bir mimarın susturulması ile bir işçinin sesi kısılması aynı mekanizmanın ürünüdür; bir öğretmenin soruşturulmasıyla bir gazetecinin tutuklanması aynı otoriter rejimin refleksidir. Bu sistem, emekçilerin her rengini, her kimliğini bastırmakta, parçalayarak yönetmeye çalışmaktadır.
Kadınlar –özellikle işçi kadınlar– hem üretim sürecinde düşük ücretle, hem de evde görünmeyen emekle iki kat sömürülmektedir. Farklı etnik kimliğe sahip emekçiler, hem sınıfsal hem de etnik baskının çifte yükü altında yaşamaktadır. Göçmenler ise hiçbir hakkın tanınmadığı, kayıt dışı, güvencesiz ve köleliğe yakın koşullarda sermaye düzeninin en dip noktasında tutulmaktadır. Bu manzara karşısında, barış ve demokrasi mücadelesi sınıf mücadelesinden ayrı düşünülemez. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ancak emeğin birleşik cephesiyle inşa edilebilir. 1 Mayıs, bu birleşik mücadeleyi büyütmenin, bütün bu parçalanmışlıkların karşısına kolektif bir sınıf bilinciyle dikilmenin günüdür.
Sendikalar ve Halkın Mücadelesi
Emek örgütleri, sendikalar ve meslek odaları bugün tarihsel sorumluluklarıyla yüz yüzedir. Neoliberal kuşatma, siyasal baskılar ve örgütsel yapıların bürokratik hale gelmesi , bu örgütlerin mücadele gücünü zayıflatmakta; tabanın iradesi çoğu zaman üst yönetimlerin dar politik çıkarlarına feda edilmektedir. Ancak biz biliyoruz ki gerçek bir dönüşüm, yukarıdan dayatılan reçetelerle değil, tabandan yükselen kolektif bilinçle, örgütlü ve kararlı bir mücadeleyle mümkündür. Bu yüzden halkın gerçek temsilcisi olan örgütlerin, sokakla, tabanla ve yaşamın içinden gelen taleplerle yeniden buluşması, kendi içindeki bürokratik engelleri aşarak halkın mücadele mevzilerine dönmesi gerekmektedir.
Bu noktada çağrımız nettir: Sendikalar, kadın örgütleri, gençlik yapıları, meslek odaları, siyasi partiler, barış savunucuları kimliğiniz, alanınız, tarihçeniz ne olursa olsun, eğer emeğin safındaysanız, bu sömürü düzenine karşı omuz omuza gelmenin zamanıdır. Hiçbir farklılık, ortak mücadelenin önünde engel değildir. Aksine, farklılıklarımız mücadelemizi daha güçlü ve kapsayıcı kılmaktadır. Bölünerek değil, birleşerek kazanabiliriz.
1 Mayıs yalnızca Türkiye’nin değil, tüm dünyanın ezilenlerinin, işçilerinin ve emekçilerinin ortak sesidir. Filistin’de emperyalist işgale direnen halk da, Fransa sokaklarında emeklilik yasasına karşı yürüyen işçi de, Kolombiya’da, Sudan’da, Hindistan’da adaletsizliğe başkaldıran emekçiler de aynı zulme karşı direnmektedir: sermayenin küresel tahakkümüne. Bugün kapitalist sömürü yalnızca ulusal değil, küresel ölçekte örgütlüdür; buna karşı verilecek yanıt da enternasyonal dayanışma ruhuyla verilmelidir.
Dünyanın dört bir yanındaki mücadeleler bize şunu göstermektedir: Kurtuluş, bir ulusun, bir meslek grubunun ya da bir toplumsal kesimin tekil çabasıyla değil; birleşik, sınıfsal ve devrimci bir örgütlenmeyle mümkündür. 1 Mayıs, bu enternasyonal ruhu Türkiye işçi sınıfının yüreğinde yeniden büyütmenin günüdür.
Gençlik Gelecektir, Geleceğimiz çürümeye terk edilemez!
Gençlik gelecektir” diyoruz yıllardır. Ancak bugün, bu söz egemenler tarafından içi boş bir temenniden ibaret hale getirilmeye çalışılıyor. Çünkü bu düzen, gençliği gerçekten geleceğin öznesi değil, sermayenin nesnesi haline getirmek istiyor.
Bugün milyonlarca genç, gelecek kaygısıyla umutsuzlukla baş başa. Eğitim sistemi piyasalaştırılmış; bilim değil, dogma; eleştiri değil, itaati öğreten bir yapıya bürünmüş durumda. Üniversiteler sermayenin arka bahçesi, akademi ise ya biat edenlerin ya da sürgüne zorlananların alanı haline geldi. İşsizlik gençliğin yakasını bırakmıyor. Mezun olan gençler, ya işsiz kalıyor ya da güvencesiz, düşük ücretli işlerde emeği sömürülüyor. Bir kuşak, diplomayla değil, borçla hayata atılıyor.
Ama sorun yalnızca ekonomik değil; çok daha derin ve örgütlü bir yozlaştırma planı işliyor. Uyuşturucu, fuhuş, tarikatlar eliyle yapılan beyin yıkama operasyonları, mafyalaşan gençlik kültürü, apolitik bir gençlik yaratma çabaları… Bunlar tesadüfi değil, sistematik adımlardır. Gençliğin iradesini, düş gücünü, kolektif ruhunu kırmak için kurulan bir düzenek söz konusudur. Çünkü sermaye düzeni bilir ki: Özgür düşünen, sorgulayan, örgütlenen gençlik; onun en büyük tehdididir.
Bu çürümüşlüğün gençliği nasıl hedef aldığını görüyoruz. Ama aynı zamanda bu karanlığa karşı doğan bir ışık- umut da var. Saraçhane’de yankılanan sesler, gençliğin susturulamayacağını, boyun eğmeyeceğini bir kez daha gösterdi. Gençliğin özgürlük ve adalet isteyen çığlıkları, düzenin kendisine yöneldi. Gençler, “gelecek bizimdir” diyerek, mücadeleye sahip çıktıklarını ilan etti.
Şimdi bu irade büyümelidir. Gençlik, 1 Mayıs’ta yalnızca yürümekle kalmamalı, süreci domine eden politik bir odak haline gelmelidir. 1 Mayıs’ın sokaklarında, kampüslerinde, mahallelerinde gençliğin sesi yankılanmalı; “Biz bu geleceği size bırakmayacağız!” haykırışı semayı sarmalıdır. Gençlik, yalnızca bugünün değil, yarının da söz ve karar sahibi olduğunu göstermelidir. Çünkü geleceği ancak onu kurmaya cesaret edenler değiştirebilir.
O yüzden çağrımız açık ve nettir:
Gençlik; bu düzenin öznesi değil, karşısındaki direnişin öznelerindendir.
Sistemin dayattığı karanlık geleceği değil; özgürlüğü, eşitliği ve dayanışmayı kuracak olan biziz.
1 Mayıs, bu iradenin bir kez daha halkla buluşacağı gündür.
Ve unutmayalım:
Gençlik susarsa gelecek kararır; gençlik yürürse tarih değişir!
Öyleyse 1 Mayısta hep birlikte haykıracağız!
Kurtuluş yok tek başına hep beraber ya hiç birimiz!