Rantın kıskacında Yanan Ormanlar: Seferihisar Yangını, Çölleşen Türkiye ve Umut Veren Uluslararası Uygulamalar
Ahmet Erkan
TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Yönetim Kurulu sekreter üyesi
Her yıl yaz aylarında Türkiye’nin dört bir yanı cayır cayır yanıyor. Sadece ağaçlar değil, kuşlar, böcekler, sincaplar, kirpiler, kaplumbağalar, ceylanlar, tilkiler, köylüler, evcil hayvanlar ve bütün bir ekosistem bu yangınlarda yok oluyor. Ardında ne mi kalıyor? Talan edilmiş toprak, yükselen projeler, villa satış reklamları, turizm yatırımı tabelaları ve yitirilmiş bir gelecek…
İzmir’in Seferihisar ilçesinde çıkan orman yangını, Türkiye’deki yangınların “doğal afet” olmadığına dair en güncel örneklerden biri oldu. Yanan alan, kısa sürede yapılaşma tehditleriyle karşı karşıya kaldı. TOKİ ve sermaye bağlantılı firmaların proje hamleleri, yangının yalnızca bir çevre felaketi olmadığını; aynı zamanda planlı ve sistematik bir rant mimarisinin parçası olduğunu yeniden gösterdi.
İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Orman Fakültesi, Hacettepe Üniversitesi Ekoloji Bölümü, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi gibi bilim kurumlarının yangın sonrası yayınladığı raporlar, ortak bir gerçekliğe işaret ediyor: Türkiye’de orman yangınlarının önemli bir kısmı önlenebilir niteliktedir ve iklim krizinin etkileriyle birleşen insan kaynaklı ihmaller, felaketi katmerleştirmektedir.
Özellikle Ege Üniversitesi’nin 2021 yılında hazırladığı “Yangın Sonrası Toprak ve Biyoçeşitlilik Raporu”na göre, yanan alanların kendini toparlaması için en az 50 yıl gereklidir. Ancak bu toparlanma süreci, alanın yapılaşmaya açılmaması, su rejiminin korunması ve flora-fauna uyumunun izlenmesiyle mümkündür. Aynı rapor, yanan alanlara dokunulmaması gerektiğini ve en az 30 yıl boyunca “mutlak koruma alanı” ilan edilmesinin zorunlu olduğunu belirtir.
Rant Politikaları Bilimi Yok Sayıyor
Ne var ki, üniversitelerin uyarıları, meslek odalarının raporları, köylülerin haykırışları ve çevre örgütlerinin açıklamaları; siyasal iktidar ve onunla organik bağı olan sermaye çevreleri tarafından bilinçli olarak görmezden gelinmektedir. Yanan alanlar hızla imara açılmakta; orman arazisi bir “arsaya” dönüşmekte ve betonlaşma başlamaktadır.
Seferihisar örneği, sadece yerel değil, ulusal ölçekte de tipik bir uygulamadır. Aynı senaryo; Marmaris’te, Manavgat’ta, Gökova’da, Hatay’da yaşanmış ve yaşanmaktadır. Yangınlar, “doğal afet” söyleminin ardına gizlenen doğa kırımına dayalı bir kalkınma modelinin aracı haline gelmiştir.
Peki, dünyada bu işler nasıl yapılıyor?
Topluluk temelli orman yönetimi, Katalonya bölgesinde, 1994 yılında yaşanan büyük yangın felaketinden sonra, İspanyol hükümeti ve yerel yönetimler, yangınla mücadelede toplumun katılımını esas alan bir model geliştirdi. Köylüler, gönüllü yangın birlikleri oluşturdu. Üniversiteler, yangına dayanıklı bitki türleri üzerine çalıştı. Yanmış alanlar 30 yıl boyunca yapılaşmadan tamamen men edildi. Bugün o alanlarda yeniden orman var.
Avustralya, tarihinin en büyük yangınlarını yaşayan ülkelerden biri. Ancak son yıllarda Aborjin halkların geleneksel ateş kontrol teknikleri, bilimsel bilgiyle birleştirildi. Erken dönemde düşük yoğunluklu kontrollü yakmalar, büyük yangınların önüne geçmekte oldukça etkili oldu. Ayrıca yanan alanlara girilmeden önce, canlı yaşamı için acil rehabilitasyon merkezleri kuruldu.
Portekiz, 2017’de 66 kişinin ölümüne neden olan yangınlardan sonra, yanan alanlara yapı yasağı getirdi. Bu yasa yalnızca ulusal bir karar değil, aynı zamanda anayasal bir güvenceye bağlandı. Yanan ormanlık alanlara en az 25 yıl boyunca dokunulamıyor.
Peki Bizde Neden Yapılmıyor?
Çünkü Türkiye’de orman yalnızca bir ekosistem değil; aynı zamanda bir yatırım nesnesi, bir sermaye alanı, bir mülkiyet talanı olarak görülüyor. Yangınların ardından ağaçlandırma değil “arsa üretimi” hızlanıyor. Hayvanlar yanıyor, insanlar göçüyor, köyler terk ediliyor; yerine yazlık siteler, oteller, beton yollar yapılıyor.
Türkiye’de ne yangın öncesinde önlem alınıyor, ne yangın sırasında yeterli müdahale yapılıyor, ne de yangın sonrasında bilimsel bir restorasyon politikası izleniyor. Bu bilinçli bir tercihtir. Çünkü “yok et – boşalt – projelendir – sat” zinciri, bugünkü ekonomi politikalarının temel yapı taşını oluşturuyor.
Yangınlarda yalnızca ağaçlar değil, bir yaşam bütünü yok oluyor. Gözle görülmeyen böcek kolonileri, toprak altı mantar ağları, kuş göç yolları, yaban hayvanların barınma alanları geri dönülemez şekilde tahrip ediliyor. Yangın esnasında alevlerden kaçamayan hayvanların sesleri, doğanın sessiz çığlığına dönüşüyor. Köylüler, tarım alanlarını, hayvanlarını, evlerini kaybediyor. Sessiz bir göç, zorunlu bir yoksullaşma yaşanıyor.
Ne Yapılmalı?
Artık bilimin, halkın ve doğanın sesine kulak verme zamanı geldi. Türkiye’nin ekolojik geleceği, yangın sonrası ranta değil, doğanın kendini yenileme hakkına teslim edilmelidir. Atılması gereken adımlar nettir:
- Yangın sonrası yapılaşmanın anayasal güvenceyle yasaklanması
- Yanan alanların 30 yıl süreyle “mutlak koruma alanı” ilan edilmesi
- Kırsalda gönüllü yangın savunma birliklerinin oluşturulması
- Üniversitelerle işbirliği içinde rehabilitasyon ve izleme çalışmaları yapılması
- Orman köylülerinin tarımsal üretim ve geçim kaynaklarının desteklenmesi
- Yaban hayatı için bölgesel rehabilitasyon merkezlerinin kurulması
- Yangın kulelerinin, uçak filolarının ve erken uyarı sistemlerinin güçlendirilmesi
- Çocuklara ve gençlere orman sevgisinin, yangın bilincinin eğitimi
Bu yazıyı bir çağrı olarak bitiriyorum. TMMOB, üniversiteler, çevre örgütleri, köylüler ve tüm doğa dostları, bu yangınlara karşı yalnızca söndürme değil, yaşamı savunma mücadelesi vermelidir. Bu ülkenin ormanları rant projeleri için değil, çocuklarımızın nefes alması, yaban hayatının var olması ve halkın toprağında üretim yapabilmesi için korunmalıdır.
Çünkü biz biliyoruz:
Her yanan orman, sadece ağaç değil;
Bir kuşun yuvası,
Bir çocuğun geleceği,
Bir köylünün tarlası,
Bir canlının sesi,
Ve bu halkın vicdanıdır.
Bu yangınları durdurmak, ormanlarımızı korumak, artık yalnızca doğayı korumak değil; bir halkın geleceğine sahip çıkmaktır.