Ya geriye kalan akademisyenler… – Hakkı Yırtıcı

Yazar- MO İstanbul 27 Aralık 2017 Çarşamba

Hakkı Yırtıcı* hakkiyirtici@yahoo.com/ gazeteduvar.com.tr

271 kelime, 11 Ocak 2016 tarihinde yan yana geldi ve “Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi” adı altında, “Bu suça ortak olmayacağız” denildi.

271 kelime ile aralarında, zamanında derslerini heyecanla takip ettiğim, yazılarımda, kitaplarına referans verdiğim, kimileri yakın arkadaşım olan ve sabahlara kadar keyifli sohbetler yaptığım, tez danışmanı olduğum ya da jürisinde bulunduğum insanlar, bir günde, “aydın müsveddeleri”, “akademik terörün aktörleri”, “alçak” ve “kanlarında duş alınması gereken” insanlara dönüştüler.

Ve 271 kelime ile 5 Aralık 2017 tarihinde, TMK’nin 7/2 maddesi üzerinden “terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmaktan” yargılanmaya başladılar.

Bu 1128 insana artık, sadece “imzacı” deniliyor ve ne için imza attıkları unutuldu, unutturuldu.

Bu konuyla biraz olsun ilgilenen herkesten tek ricam, basında çıkan yanlı ve ikinci el haberler yerine, merak edip, “ama”sız bir şekilde bildiri metnini okumaları.

Ya geriye kalan, şu ya da bu nedenle imza atmayan, 155 bin akademisyene ne oldu, onlar ne yapıyorlar?

YÖK’ün 2016 yılı verilerine göre, son 14 yılda akademisyen sayısı, yüzde 100’den fazla artmış ve 70 bin 12’den, 155 bin 216’ya çıkmış. Bu artışta, hükümetin “her ile bir üniversite” politikası ve her yıl yenileri açılan vakıf üniversitelerinin katkısı büyük. Ancak burada bir kısır döngü var; her açılan yeni üniversite ile beraber, öğrenci sayısı da doğru orantılı olarak hızla artıyor ve yetişmiş akademisyen ihtiyacı sürekli büyüyor.

Sorunun ciddiyetini anlayabilmek için, “akademisyen sayımız yüzde 100 arttı” diye övünmeyi ve kendi içimizdeki rakamlara bakmayı bırakıp, diğer ülkelerle bir karşılaştırma yapalım.

ABD’de her yıl 61 bin, Rusya’da 27 bin, Almanya’da 25 bin, Japonya ve İngiltere’de ise 17 bin doktora öğrencisi mezun olurken, Türkiye’de bu rakam 4 bin 500 ve asıl ihtiyacın 15 bin olduğu söyleniyor; yani, bu sayının en az üç katına çıkması gerekiyor. Ülkelerin nüfusuna göre, doktora yapmış insan sayısına bakıldığında ise durumun vahameti daha da iyi anlaşılıyor: Çin’de, her bin kişi başına 2.2, ABD’de 1.7, Avrupa Birliği’nde 1.5 doktora mezunu düşerken, Türkiye’de bu oran sadece 0.4.

Lütfen biraz daha sabredin, kısa bir süre daha sayılar üstünden gideceğim ama bu sefer vurgunun yönünü nicelikten, niteliğe doğru çevirerek.

Bir akademisyen, öyle hemen, kolayca yetişmiyor. Lisans (4 yıl), yüksek lisans (2 yıl) ve doktora (4 yıl) eğitimi ile 10 yıl gerekiyor ki, özellikle de doktora süreci, aslında ek süreler ve uzatmalar ile yaklaşık 12 – 13 yılı bulur. Özgün bir doktora tezi yazmak kolay değildir. Fikirlerinizin zihninizde olgunlaşmasına, argümanlarınızın güçlenmesine ve literatüre hakim olmanıza çoğu zaman 4 yıl yetmez. Bu rakamların üstüne, doçent olmak için gereken ders verme deneyimi, çalışma ve yayın için bir 5 yıl ve profesör olmak için de, bir 5 yıl daha ekleyin. İşte karşınıza, en az 20 yılın sonunda, 50’li yaşlarına gelmiş, fikirleri ve verdiği dersleri olgunlaşmış, ulusal ve uluslararası yayınlar yapmış, yüksek lisans ve doktora tezleri yönetmiş, jürilerde bulunmuş nitelikli bir akademisyen ancak çıkabiliyor.

YÖK’ün listesine göre, Türkiye’de, 6 Mayıs 2015 tarihi itibari ile 109’u devlet, 84’ü ise vakıf olmak üzere 193 üniversite bulunmaktaydı. 15 Temmuz 2016’dan sonra vakıf üniversitelerinin sayısı 69’a düştü ve bu üniversitelerde çalışan 2 bin 808 akademisyen işsiz kaldı. Son bir yılda, çıkarılan 6 KHK ile ise 117 farklı üniversiteden 5 bin 247 akademisyen ihraç edildi. Maalesef, kaçının kendi alanlarında tekrar iş bulabildiğini, kaçının mesleklerinden vazgeçip, geçinebilmek için başka işlere yöneldiği bilinmiyor.

Bugün, esas olarak, akademik dünyada yaşanan depremin, ağırlıklı olarak siyasi boyutu konuşuluyor; ama bunun sosyo-kültürel bir boyutu da olduğu ve toplumda üniversitelere ve akademisyenlere bakışın nasıl bir dönüşüm geçirdiği gerçeği pek ele alınmıyor. Televizyonda, sosyal medyada çıkan haberlerde, akademisyenlere yönelik suçlamalar arttıkça, bir zamanların saygın mesleği artık kuşkulu bir hale geldi. Bunun doğal bir uzantısı olarak da, toplum nezdinde eleştirel düşünce değersizleşti; bir konuyu derinlemesine bilmek anlamsızlaştı. Artık herkes, her konuda, iki satır okuyunca, kendini uzman sanıyor ve o konuda ahkam kesmekte bir sorun görmüyor. Asıl cehalet, bilmemek değil, bilmediğinin farkında olmamaktır.

Kendi deneyimlerimden biliyorum; elinde şimdiye kadar yaptığın çalışmaları içeren kalın bir dosya ile özel bir üniversitenin rektörünün ya da dekanının karşısına çıkan bir akademisyene, şimdiye kadar neler yaptığından önce ilk sorulan, FETÖ’cü ya da imzacı olup olmadığı. O sırada, karşısındaki meslektaşına yaptığı pervasızca saygısızlığın ya farkında değiller ya da buna aldırmıyorlar.

Bundan bir yıl önce, bana bu soruyu soran bir dekana, neden imzacıları işe almadıklarını sorduğumda, verebildiği tek cevap, “prensip olarak” oldu. Kötü reklam olmasından korkuyorlar. Ne de olsa işin içinde ticaret var, müşteri var, müşterinin parasını ödeyen aileler var. Sistemle uyumlu olmak lazım; çünkü eğitim sektöründe rekabet büyük, pastadan pay kapmak isteyen üniversite sayısı ise çok fazla.

Marx, zamanında ne demişti? Üretim araçlarına sahip olanlar (bu, ha fabrika olmuş, ha üniversite, fark etmez) ile olmayanlar (bu noktada, entelektüel proletarya demek daha doğru) arasındaki ilişki her zaman sömürü sistemine dayanır. Kapitalizmin kuralı ne idi? Masrafları kıs, kârı maksimize et. Üniversiteler, rekabet arttıkça, genelde birbirlerine benzeme eğilimindeler. Nitelik, çoğu zaman niceliğe kurban ediliyor.

Akademisyen başına düşen öğrenci sayısı, rekabet arttıkça, sürekli maksimize, eğitim için kullanılan mekanın metrekare cinsinden miktarı ise sürekli minimize ediliyor. Üniversitelerin kütüphaneleri göstermelik, sosyal imkanları ise ya hiç yok ya da yetersiz. Hangi akademisyene sorsanız, ağır ders yükünden, kalabalık sınıflara verilen derslerden ve çoğunlukla, okumak için eve taşımak zorunda kaldıkları sınav kağıtlarından, ders dışında yüklendikleri ve asli görevleri olmayan idari işlerin yoğunluğundan, haftada beş gün, 9 – 6 üniversitede bulunmak ve kart basmak zorunda olmaktan, daracık bir odayı en az iki meslektaşı ile paylaşmaktan ve kendi özel çalışmalarına zaman bulamamaktan yakınacaktır.

Akademisyenlerin, liselere gönderilerek, çalıştıkları üniversitede eğitimin ne kadar iyi olduğunu ya da tanıtım günleri adı altında, bir masanın arkasında, bütün gün, öğrencilerinin gözü önünde, gelen ailelere (çünkü parayı öğrenci adayı değil, aileler ödeyecek) yine çalıştıkları üniversitenin eğitiminin ne kadar iyi olduğunu anlatmaları ise ayrı bir utanç konusu. Yılda birkaç haftalığına, bir akademisyen değil pazarlamacı olmak zorundalar.

Üniversite yönetimlerine, bu da yetinmiyor. Liselerin müdürlerinin ve aslında öğrencilerine, üniversite tercihlerinde yardımcı olması beklenen rehber öğretmenlerin, lüks otellerin restoranlarında ağırlanmaları ya da lüks yatlarla Boğaz turlarına çıkarılmaları da bu işin bir parçası ve bu yapılan, hiç kimseye tuhaf gelmiyor. Rekabet koşulları içinde bu pazarlama yöntemi de kanıksanmış durumda.

Akademisyenlerin, konularında ne kadar yetkin olduklarının ise hiçbir önemi yok. Her an, yerlerinin başka biri tarafından doldurulabileceğinin farkındalar. Üniversite yönetimi için kalite önemli değil, o derse herhangi birinin girmesi yeterli. Bir üniversitede kadrolu çalışıp, geleceğini öngörebildiğin ve zihinsel enerjini derslerine, akademik yayın ve çalışmalarına verdiğin günler çok gerilerde kaldı.

Akademisyenlere mevsimlik işçi gibi davranılıyor. Yarı zamanlı (dışarıdan ders saat ücretli) çalıştırılmaları çok yaygın bir uygulama. Bir eğitim dönemi 14 haftadan oluşur; bir eğitim yılında ise 28 hafta vardır; geriye kalan 24 haftada nasıl geçineceklerinin endişesi içindeler. Kadrolu çalışanların durumu da çok farklı değil; onlar da tedirginler, gelecekleri hakkında. Üniversitelerin bünyesinde kadrolu görünen iki güncüler ve üç güncüler var. Bu, çoğunlukla doçent ve profesörlere uygulanıyor. Böylelikle daha ucuza geliyorlar. Her sözleşme yenileme tarihi ise bir belirsizlik. Şu ya da bu neden gösterilip, yönetimle uyumlu olmayanlar, her an işsiz kalabilir, yoksulluğun ve yoksunluğun pençesine düşebilirler. Ne çalıştıkları kurum ne de meslekleri ile bir bağ kurulmasına izin veriliyor, kendilerini hep bıçak sırtında hissediyorlar.

Eğitim, rakamlarla bu kadar nicelleştirilmişken, bir de her sene “fakültemizin değerli öğretim üyeleri” sözleri ile başlayan bir e-posta gelir. Öncelikle, sadece resmi yazışmalarda, kağıt üstünde değerlisinizdir. İnsanın içi burkuluyor. İstenen ise performansınızın değerlendirilmesidir. O sene, kaç saat derse girdiğiniz, ne tür etkinliklerde bulunduğunuz, yoğun idari işlerden fırsat bulup, kaç yayın yaptığınız sorulur.

Zaten sürekli notlanıyor olmanın tedirginliği vardır üzerinizde. Daha önce çalıştığım bir üniversitede, yeni performans kriterleri getirilmişti. Sadece bir maddesinden söz edeceğim. Akademisyen her sene öğrenciler tarafından eğitim kalitesi, bölüm başkanı tarafından da, iş arkadaşları ve yönetimle uyumlu çalışması üzerinden notlanacak, yani karneniz oluşturulacaktı. İnsanı, daha baştan suçlu gibi hissettiriyorlar. Eğer pragmatik biri iseniz, sorun değil. Öğrenciyi, derste çok zorlama ve notunu bol tut; yöneticilere de her zaman gülümse ve asla kendi fikrini söyleme.

İTÜ’de, mimarlık eğitimi aldığım yıllarda, bir hocam, ismi bende saklı, Taşkışla’da, onun atölyesinde iken, bizlere, yüksek sesle, “Her insan kendi istediği kadar mimar olur” der, sonra da sesini biraz alçaltarak “Bir de okulunun izin verdiği kadar” diye eklerdi. Sizler, mimar yerine kendi mesleklerinizin adını koyabilirsiniz.

İnsan, hocalarının sözlerini çok sonra anlarmış. Henüz, her köşe başında özel bir üniversitenin olmadığı ve isimlerini burada tek tek sayamayacağım bir sürü değerli hocamızın, gözlerinin içine baktığımız bir dönemde bile, meğer hocamız, bir acısını, öğrencileri ile paylaşıyormuş ve ben, bunu daha yeni kavrayabiliyorum.

Ya şimdi, biz akademisyenler neyin acısını çekiyoruz?

Her akademisyenin, ancak kendi okulunun izin verdiği kadar akademisyen olabildiği bir dönemde yaşamanın…

Peki, öğrencilere ve derslerin kendilerine ne oluyor?

Her dersin bir mahremiyeti vardır. Sınıfın kapısı kapandığı anda, akademisyen ile öğrenciler baş başa kalır. Artık bir akademisyen değil, öğrencilerin gözünde bir hocasınızdır. Bilgiyi sadece düz bir şekilde aktarmazsınız. Yıllar içinde geliştirdiğiniz kendine özgü bir anlatım biçiminiz vardır. Bunu, dersin daha iyi anlaşılması, dersi sıkıcı olmaktan kurtarmak, öğrencinin ilgisini çekebilmek ve öğrenci ile bir bağ kurabilmek adına yaparsınız.

Yaklaşık yirmi yıllık bir akademisyen ve hoca olarak, gözümün önünde öğrenci profili yavaş yavaş değişti. Artık daha ilgisizler, aralarında bağ kurabildiklerimin sayısında ciddi bir düşüş var. Tek beklentileri bir an evvel diploma almak. Sonrasına dair ise fazla bir düşünceleri yok. Aralarında babası ya da aileden biri müteahhit olanı azımsanmayacak kadar çok. Muhtemelen, okudukları bölüm, kendi tercihleri değil. Mezun olduklarında da, aile işinin başına geçecekler ve Türkiye’nin inşaat sektörüne dayalı ekonomisinin bir parçası olacaklar.

Bir arkadaşıma, bir defasında, penceremden görünen, üst üste yığılmış, sevimsiz binaları göstererek, bir mimar ve hoca olarak, onlara mezun olduklarında ihtiyaç duymayacakları bir “tasarım yapma bilgisi”ni aktarmaya çalıştığımı ve aslında “mış gibi” yaptığım hissine kapıldığımı söylemiştim. Bana dönüp, kendisinin de hukukçu olduğunu ve üniversitede hukuk felsefesi anlattığını hatırlatmıştı. O an, söyleyecek bir söz bulamadım, sustum.

Oysa 20’li yaşlarındalar; en meraklı ve kendilerini keşfetmeleri, tanımaları gereken yaş. Her zaman öğrencilerime, “Mesleği ile içsel bir bağ kuran, işini gerektiği gibi düzgün yapma etiğine sahip olan insandan korkmayın; çünkü bu, o kişinin, aynı şeyi insanlarla olan ilişkilerinde de yaptığı anlamına gelir” derim. Bu sözlerimi kaç kişi anlıyor, bilemiyorum.
Kuşkusuz hepsi değil ama büyük bir çoğunluğu üniversiteye, okulun içinde açılmış marka kafelerde vakit geçirmek ve arkadaşları ile sohbet için geliyorlar. Herkes, sanki bir partiye gelircesine çok bakımlı ve süslü. Ellerinde cep telefonları, sürekli onlarla meşguller. Elinde bir kitap, not tutmak için bir defter, hatta kalemle gelen yok denecek kadar az. Dersin ilk 10 dakikasında, öğrencileri cep telefonlarından uzaklaştırmak ve sessize aldırmak için uğraşmak, dersin doğal bir parçası haline gelmiş durumda. Bir şeyi elde etmek, öğrenmek, mesleklerinin bir parçası yapmak için harcamaları gereken emek ve çabadan, bir konuyu derinlemesine bilmenin hazzından bihaberler.

Kontenjanı 100 kişi olarak belirlenmiş bir sınıfa ders anlattığınızı hayal edin. Aslında sınıf 80 kişilik, ama üniversite yönetimi de biliyor, hepsinin derse gelmeyeceğini. Dönem başı, ilk sordukları, “Hocam hazırladığınız sunumları ve ders notlarını verecek misiniz?” oluyor. Buna alışmışlar, alıştırılmışlar. Yoklama almıyorum. İstiyorum ki, 18 yaşını aşmış bireyler olarak, derse kendi istekleri ile katılsınlar. Ancak dönem boyu, ortalama 50 öğrenciye ders anlatıyorum. Bunların en az yarısının önünde ise ne bir kağıt ne de bir kalem oluyor. Bedenleri orada ama zihinleri başka yerde… Gerçekte, en fazla, 10 – 15 öğrenciyle göz teması kurarak ders anlatabiliyorum. Onlar da olmasa, boşluğa konuşuyormuş gibi hissedeceğim.

Bazen, inatla, neden not tutmadıklarını soruyorum. Bir cevapları yok, sadece sessizlik. Bir defasında, bir öğrenci “ben dersi dinliyor, sonra akşam internetten araştırıyorum” demişti. Derste anlattığımın, yıllar boyu, o konu üzerine okuyarak, düşünerek, kendi özgün yorumumla oluşturduğum bir bilgi olduğunun farkında değiller. Zaten, o öğrenciye, geçen hafta anlattığım dersten bir soru sorduğumda, cevabı, “geçen hafta yoktum” olmuştu.

Sadece bir hocaya değil, herhangi bir insana yalan söylemek bu kadar kolay olmamalı.

Lütfen sanmayın ki, sürekli öğrencilerden yakınan bir hoca klişesini burada tekrarlıyorum. Bu durumun, onlarla alakası olmadığını biliyorum. Hepsi de, bugün Türkiye’nin gelmiş olduğu siyasi ve sosyo-kültürel ortamın bir uzantıları. Onlar için, karşılarına çıkan her engel, en kolay yoldan, emek harcamadan aşılması gereken ve sonunda da bir an evvel köşeyi dönmeleri gereken basit bir sorun. Dedim ya, düşünce değersizleşti, değersizleştirildi bu ülkede.

Zaten, bir üniversitede işe girerken, ilk günden, aslında ne olduğunuz size hatırlatılır. Bir defasında, rektörün, ilk gün bana iki tavsiyesi olmuştu. Birincisi, sınav kağıtlarını ve tutanağını düzgün dosyalamam (çünkü bildiğim kadarıyla, YÖK denetçileri geldiğinde, esas olarak bunlarla ilgileniyorlar); ikincisi ise, öğrenci mesela derse, saat 10 yerine, 10’u 20 geçe gelmişse, öğrenciyi çok zorlamamam ve uyumlu olmamdı.

Evet, anahtar kelime bu; “uyumlu olmak”.

Öğrenciyi zorlamadığın, kendi sınırlarını keşfettirmeye çalıştırmadığın, öz farkındalıklarını arttırmayı denemediğin, kendi gibi düşünmeyenlere saygı duymalarını öğretmediğin, yönetimin yazılı olmayan ama zihinlerinde oluşturdukları müfredata uyduğun sürece sorun yok; aksi takdirde, bir an evvel halledilmesi gereken bir sorundan başkası değilsiniz.

Öğrenci de kaçınılmaz bir şekilde içinde bulunduğu toplumun siyasi ve kültürel ortamının bir uzantısı. Hoca, artık ağzından çıkan her kelimeyi dikkatlice seçmek ve kendine otokontrol uygulamak zorunda hissediyor. Komşunu ihbar etmenin tavsiye edildiği ve meşru görüldüğü bir ortamda, öğrenci tarafından her an yönetime şikayet edilebilirsiniz. Çünkü derste 271 kelimeden çok daha fazlasını sarf edeceksinizdir.

Bugün, bir öğrenci rahatlıkla, “anlattıklarınız, benim milli görüşlerimle uyuşmuyor” diyerek, sınıfı terk edebiliyor. Taraf olmadan, nasıl eleştirel düşünülebileceğini anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Söyledikleriniz cımbızla seçilip, çarpıtılarak, bazen sesiniz ya da görüntünüz cep telefonuna kaydedilebilir, yönetime iletilebilir ve istifaya zorlanabilirsiniz.

Formül ne idi? Öğrenciyi zorlama, notunu bol tut. Yani, bugün, hocanın öğrencisinden korktuğu bir eğitim anlayışı üniversitelere hakim.

Lafı, daha fazla uzatmadan, son bir söz edeceğim: Öğrenciye, herhangi bir konuda,”neden böyle yapmadın, daha geçen ders söylemiştim” dediğimde, hemen hepsinden “unuttum” cevabını çok sık duyar oldum. Bu, onlar için gayet geçerli bir mazeret ve aslında ne dediklerinin farkında değiller. Aptal değiller ama çoğunun zihinleri bomboş. “Unuttum” diyen bir öğrencinin, gözlerinin derinliklerine baktığımda, gerçekten unuttuğunu anlıyorum ve işte o an, çok ürküyorum.

*Doç. Dr.

*Bu yazı gazeteduvar.com.tr’de yayımlanmıştır.

Yazar- MO İstanbul 27 Aralık 2017 Çarşamba