1.16.2.1. Dünya Mimarlık Günü Bildirileri

"Kültür Politikaları Yeniden Ele Alınmalıdır!"
Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, 7 Ekim 2002'de, Dünya Mimarlık Günü nedeniyle Şube Başkanı Eyüp Muhcu imzasıyla, kamuoyuna aşağıdaki bildiriyi yayımlamıştır:
2002 yılının Birleşmiş Milletlerce "Kültürel Miras Yılı" olarak ilan edilmesine bağlı olarak Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) Dünya Mimarlık Günü'nün "Mimarlık ve Kültürel Miras" teması kapsamında değerlendirilmesini belirlemiştir.
Küresel düzeyde, kültürel çatışmaların, kaosun yaşandığı, hegomonyal ve tek kültürlü anlayışın dayatıldığı koşulların yaşandığı günümüzde genelde "kültür", özelde ise "mimarlık ve kültür" ilişkisi temel bir özellik göstermekle birlikte başat bir konum oluşturmaktadır. Bu bağlamda; çok kültürlülüğün, kültürel birikimlerin, somut olarak kültürel mirasın korunması, savunulması yaşamsal öneme sahiptir. Bu çerçevede, somut olmayan kültürel mirasın da ortaya konması ve belgelenmesi önem taşımaktadır.
Aynı zamanda kültürel çatışmanın şiddete dönüştüğü bir olgu olarak da savaşlar; yalnızca halkların can ve mal kaybına neden olmakla kalmamış, aynı zamanda kültürel varlığına ve kültürel mirasına yönelmiş, büyük bir tahribata neden olmuş ve olmaya devam etmektedir.
1 yıl önce başlayan Afganistan saldırısı, benzer şekilde Ortadoğu'da Filistin halkının varlığına kasteden gelişmeler, Irak halkının sonuçlarını yaşamak zorunda kaldığı savaş koşulları ve olası bölgesel etkileri, dünyanın bir çok bölgesinde yaşanan çatışmalarla savaş, tüm vahşetiyle dünyaya dayatılmakta; buna karşı barışın, çok kültürlülüğün, kültürel çeşitliliğin, kimliklerin, kültürel mirasın, uygarlığın ortak değerlerinin savunulması her zamankinden daha elzem hale gelmiştir.
Diğer taraftan, mali sermaye merkezli "küreselleşme ve yeni dünya düzeni" anlayışı doğrultusunda yürütücülüğünü Dünya Ticaret Örgütü'nün yaptığı GATS politikaları çerçevesinde dayatılan "hizmetlerin serbest dolaşımı" ve AB sürecinde hizmet ticaretinin serbestleşmesine bağlı olarak, ülkemiz mimarlığı eşit olmayan koşullarda dışarıya açılmaktadır. Buna karşın ülkemiz, özgün koşulları değerlendirmiş ve buna bağlı olarak öneri geliştirebilmiş ve sunabilmiş olmamakla birlikte, soyut ve içerikten yoksun bir tartışma yürütülmektedir.
Kültür politikalarının belirleneceği ve yasalarının oluşacağı parlamento seçimine 26 gün kala, seçime girecek partilerimiz, kültür politikalarının yaşamsal öneme sahip olduğu koşullara rağmen, kapsamlı kültür politikalarını ortaya koyabilmiş değiller.
Depremsellik koşullarında yaşayan ülkemizde ve depremini bekleyen İstanbul'da; kültürel mirasımızın somut örnekleri olan geleneksel yapılarımızla ilgili bir önlem alınması bir yana ciddi bir öneri dahi yerel ve merkezi kurumlar tarafından ortaya konmamış / konamamıştır. Buna karşın; tarihimizin tanıkları olan bu yapıların terk edilerek yok olmaları, İstanbul'un ormanı, tarım alanları, su toplama havzaları, barajları ile yaşam kaynaklarını oluşturan kentin kuzeyine yönelik yerleşim / yağma politikaları giderek daha fazla gündeme getirilmektedir. Üstelik kimi kişiler bunu dünyada "sürdürülebilirlik / süreklilik" tartışmalarının tartışıldığı ve giderek çağdaş anayasalarda ve yasalarda düzenlemeler yapıldığı koşullarda "bilimsellik" çerçevesinde sunabilmektedirler.
Deprem politikalarında kültürel mirasın yer almaması, "2002 Kültürel Miras Yılı"nda ayrıca sorgulanması gereken önemli bir durumdur. Meslek kültür ilişkisi bakımından güçlü bir ilişkiye sahip olan mimarlık mesleğinin, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından hazırlanan 4708 sayılı Yapı Denetimi Yasası'yla, yapı denetim sürecinden dışlanması; yapı denetimini sadece taşıyıcı sistemi kapsayan bir anlayış çerçevesinde gören, yapı kültürümüzü yok sayan, sosyal-kültürel yaşamımızı gerçekleştirdiğimiz kentlerin, kamu ve toplum yararına, bilimsel ve şehircilik ilkeleri doğrultusunda düzenlemek yerine piyasa taleplerine göre düzenleyen bir davranış olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ülkemizde, üretim yerine tüketime ve ranta dayalı, çok uluslu şirketlerin güdümündeki politikalarla yaşanan yoğun ekonomik kriz de kültürel varlıkların korunmasında ve mimar meslektaşlarımızın, toplumumuzun kültürel aktivitelerini gerçekleştirememesinde önemli rol oynamaktadır. Bu yılın ilk 7 ayı itibariyle 800 bine yakın insanımızın işinden ayrılmak zorunda kaldığı, dolayısıyla 4 milyona yakın insanımızın geçim sıkıntısına terk edildiği göz önüne alınırsa yanlış politikaların sonuçları ve vahameti daha iyi anlaşılabilmektedir.
Ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte yaşanan çok yönlü kriz, tüm kurum ve kuruluşların kültür politikalarını yeniden ele almalarını zorunlu kılıyor; egemen anlayış olan çatışma ve hegomonyal kültür yerine, müzakere - dayanışma kültürünün egemen olmasının konması yönünde atılacak adımlar ve gösterilecek çabalar, tüm uygarlığın geleceği açısından zorunlu hale gelmiştir.
Uygarlığın zor, karmaşık bir süreçten geçtiği ve kopuşlar yaşadığı süreçte "mimarlık" uygarlık birikiminin taşıyıcısı olduğu gibi, geleceğe ışık tutacak ve yön gösterebilecek güce de sahip! Buna karşın kendini besleyen kaynaklarından koparılmış bir meslek olarak mimarlık, gücünü yeterince kavramış ve pratiğe geçirebilecek durumda değil!
Günümüzde her yönüyle mimarlık - kültür, doğal olarak kültürel miras ilişkisi; her zamankinden daha fazla temel bir öneme sahip. Mesleğin etkinliğinin arttırılması kültür bağının güçlendirilmesinden geçiyor!

Geleceğin Sağlıklı, Güvenli, Ekolojik Kentlerini Kurmak Mimarlığın Temel Sorumluluğudur
6 Ekim 2003 tarihinde, Dünya Mimarlık günü nedeniyle Şubemizin yayımladığı bildiriyi sunuyoruz:
Uygarlığın tarım toplumundan ticaret ve sanayi toplumuna evrildiği süreçte, kentler insanlığın yarattığı birikimlere mekân olmuş ve bu birikimlerin kuşaktan kuşağa taşınmasını sağlamıştır. Özgürlük, eşitlik, adalet, demokrasi, insan hakları, anamalcılık, sosyal devlet, toplumculuk, ekoloji gibi kavram ve kurumları, teori ve pratikleriyle oldukça karmaşık, çok etkileşimli değişken koşullarıyla günümüze değin süregelen bu süreç, her şeye olduğu gibi, kentlere de her bakımdan damgasını vurmuştur. Tüm gelecek, geçmişin değer ve birikimlerinden etkilendiği gibi, aynı zamanda onun sarsıntısı üzerinde kurulur. İşte bu birikim ve sarsıntıdan en çok etkilenen belki de uygarlık ürünü kentler olmuştur.
Bu nedenle öteden beri pek çok sorun yaşayan kentlerimiz, günümüzde hegomonyal ve tek kültürlü anlayışın yarattığı sorunlarla da karşı karşıya kalmıştır. Kentler, İkinci Dünya Savaşı'nda yaşananlardan ve sonuçlarından hiç ders alınmamış gibi, son teknoloji ürünü silahların denendiği alanlar haline de gelmektedir. Ve kentler, dün Afganistan'da bugün Irak'ta olduğu gibi, vahşi bir vandallıkla tarihî kimlikleriyle birlikte harap edilmektedir.
İnsanlık tarihi ile başlayan mimarlık, kentlerin yaratıcısı ve uygarlık birikiminin, kültürel kimliğin taşıyıcısı olarak süreç içerisinde yerini almıştır. Taşıdığı misyon itibariyle, geleceğin sağlıklı ve güvenli kentlerinin kurulması yanında; uygarlığın zor ve karmaşık bir süreçten geçtiği günümüzde, çok kültürlülüğün, tarihî ve doğal çevrenin korunması, kültürler arası eş saygınlığın yaratılması ve köprüler kurulması, ekolojik toplumun oluşması gibi insanlık açısından yaşamsal öneme sahip konularda sorumluluğunun bilincinde olan mimarlık ve mimarlar, kentleşme politikalarında hak ettiği yeri almalıdır.
Nitekim, hiç planlama olmayışından toplu taşımayı reddeden ulaşım tercihleri gibi yanlış planlama kararlarına, bölgeler arası gelir farklarından doğan göçleri ve buna bağlı olarak kaçak yapılaşmayı yaratan ulusal bir planlama eksikliğinden "imarsız ve mimarsız yapılaşma" anlayışının geçerli kılınmasına kadar tüm sürecin, yaşadığımız İstanbul kentinin dünya kültür mirası Tarihî Yarımada kimliğinden hızla uzaklaşarak övünülemeyecek bir "metropol" kimliksizliğine gelmesinde payı çok büyüktür. Bunun sonucunda İstanbul bugün büyük sorunlarla baş başa kalmıştır.
"Depremini bekleyen İstanbul"da, depreme hazırlık çalışmalarında, çok zaman kaybedilmiştir. Artık, kaybedilecek zaman kalmamıştır. Marmara depreminden ancak dört yıl sonra üniversitelerimiz tarafından hazırlanabilmiş olan Deprem Master Planı, depreme hazırlık bakımından önemli bir aşama olmakla birlikte, pratikte işler "bildik" yöntemlerle yapılmaya devam etmekte, binlerce yurttaşımız deprem riskiyle birlikte can ve mal güvensizliği içinde yaşamak zorunda kalmaktadır.
"Tarihî Yarımada Koruma Planı"nın sekiz yıldır yapılmaması nedeniyle, kültür mirasımızın taşıyıcısı pek çok yapı yok olmuş ve sonuçta üç medeniyete başkentlik yapmış, dünya ölçeğinde tarihsel değer ve öneme sahip İstanbul, UNESCO'nun "Kültür Mirası Listesi"nden çıkarılmak tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.
Gelecekte savaşların "su" nedeniyle çıkacağına dair öngörülerin yabana atılmayan değerlendirmeler olduğu günümüzde; İstanbul'un yaşam kaynakları olan kuzeydeki su toplama havzaları, orman alanları ve endemik bitki türleri, tarım ve peyzaj alanları, hukuka aykırı "İSKİ Koruma Yönetmeliği", imtiyazlı imar izinleri ve kaçak yapılaşmalarla yok ediliyor.
İstanbul'da karayolu taşımacılığı ve boğaz köprülerinin yarattığı sorunlar ortadayken, doğru tercihin "raylı tüp geçiş" olmasına karşın gündeme getirilen 3. Köprünün uygulanması, İstanbul'a ve İstanbulluya çok büyük bir haksızlık olacaktır. Köprülü geçişler, Boğaz geçişi sorununu halledemeyeceği gibi, yeni ulaşım sorunlarına ve elde kalan son tarihi, doğal çevrelerin de yok olmasına sebebiyet verecektir.
Tüm bu sorunlar yetmiyormuş gibi hükümetin, birinci derecede doğal sitleri imara açması, orman alanlarını imara açmak için anayasa değişikliği, imar affı, Kıyı Kanunu'na ilişkin değişiklik, Kamunun Yeniden Yapılandırma Yasa Tasarısı, Yerel Yönetim Yasa Tasarısı ve Özelleştirme Uygulamaları gibi girişimleri, daha yasalaşmadan kentlerdeki kural dışı uygulamaları tetiklemekte ve ulusal kaynakları yağmalamayı adeta teşvik etmektedir. Zaten sağlıksız, çarpık, mimarlık ve mühendislik hizmeti almamış yapılar topluluğundan oluşan kentlerimizin, söz konusu bu yasal düzenlemeler gerçekleştiğinde iyice yaşanmaz hale geleceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Karamsar bir tablo ile karşı karşıya olduğumuz bir gerçek. Yapı ölçeğinden kent ölçeğine kadar hem değerli tarihsel birikimlerimiz, hem de tarihsel hatalarımız var. Fakat bütün olumsuzluklara karşın mimarlık, bu koşullarda yolunu bulmak ve tarihsel misyonu gereği "geleceğin sağlıklı, güvenli ve ekolojik kentlerini kurmak" sürecinde tüm toplum kesimleriyle birlikte yer almak durumundadır. Toplumumuzun geleceğini karartan yanlış kentleşme politikalarını değiştirelim ve geleceğin sağlam, güvenli, insancıl, hak ve özgürlüklerin en geniş biçimde yaşandığı kentlerini elbirliğiyle inşa edelim.